15 Kasım 2013 Cuma

Geceye aşık





Sesler gidip de seslerin anısı kalınca geriye
Tanburi Cemil Bey’in Kürdîlihicâzkâr Peşrevi’ni duyan yaşlı adam ağlayınca hastane dönüşü
Hiç alamayacağın pahalı oyuncaklara dönüşünce çocukluk hayalleri
Deniz olup denizden ayrılınca
Bu kaçıncı? diye sormaya başlayınca akşam güneşine
Seslerin anısını canlandır, Tanburi Cemil beyi çal bir kez daha, otur, ağla Müjgan’la
Kızıl havalara dal yani, danset camdan yansıyan kırık akşam ışıklarıyla
Denize doğru yürü hep, aldırma vitrinlere

Sarmaşık yabaniyse büyür en güzel, kocayemiş yalnızsa dalları yükselir göğe ve en güzel öten kuşa kimse öğretmemiştir ötmeyi (Sextus Propertius-İÖ 50)




@dagkedisi

14 Kasım 2013 Perşembe

YALNIZLIK ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ...

Hayaller sıyrılır çocuksu çizgilerinden, yüzlerdeki çizgiler derinleştikçe,
Durdurulamaz zaman gelir çalar kapıyı,
Kapı arkasında bir hayat kaçarken ara renklere sessizce. 
Ne çok yalnızlık yetişir büyük kalabalıkların verimli toprağında.
İnsan ne arar da, yılların böyle geçişine göz yumar?
Her bir parçasını bırakır kalbinin, anlatılmayan hikayelerin içinde.
Her hayat gibi olmama telaşında ve herkesten çok mutluluk peşinde


Yaşam…Kozasında sarılmış insanın kanat çırpışıdır, özgürlük masalıyla başı dönmüş haliyle sınırsız yalnızlığa…

Uzaktan iyi görünür aslında özgürlük, kendi rüzgârında uçuşan saçlarıyla.
‘İçinden geldiği gibi yaşamak’ denen o uçsuz bucaksız ülkeye yaklaştıkça, yaklaşır çocukluk.
Yaklaştıkça çocukluk, anıların ağırlığı ve kocaman bir zamanı geri alamamanın çaresizliği de kaybolur sanki.
Kayboldukça çaresizlik, izin verir anılara yakından bakmaya, dokunmadan ve başka bir hayattan kalanlara bakar gibi…
Uzaklaşır, ‘uzaktan korkma’ diye fısıldarken…Duymazsın. Gözlerini sana dikmiş kaç yalnızlık içinde yapayalnız kalırsın…
Yapayalnız…


Yaşam…Kozasından çıkan insanı bekler…Öğretici bir öğütmedir bu… Tükenmenin iyi hikayesinde, iyi başlangıçlar ve yalnız sonlar vardır.

Zamanın elinde herkes bir tutsak iken sevmenin yanılgısında herkes bir tutsağa tutsak.
Bir akşam vakti ölmelidir insan yalnızlıktan, yalnızlıktan ölecekse illa…
Ne güneşin herkesi gölgelere kovaladığı, ne de gecenin ay ve yıldızlara sahne aldırdığı anlarda…
Kalpler kırmışsa kalabalıkların içinde ölmelidir, seviyorsa yalnız…Kalabalıkların sesi yüksektir kendisinden kaçanlar için, sevmenin asaletine yakışansa yalnızlık.

Yolculuksa yalnızlık, duraksızdır. Ya iner gidersin toprağını suyunu bilmediğin bir yerde, ya da yerini alırsın koltuğunda. Gözlerinde kısa izler bırakarak geçer pencereleri ışıklı derme çatma evler.  Issızlığın ortasında durmadan gidersin, varmak istemediğin ve varacağın yere.
Molasız yolculuklar boyunca, bir yalnızlıktan diğerine…
Yalnız yollar, içine çıkmaz sokaklar saplanmış ıssız şehirleri bağlar birbirine. Herkesin sonunu görene kadar dönmeye ikna olmadığı, ayrıcalıklı olmak istediği çıkmaz sokaklar..
Her insan korkar yalnızlıktan, ama yaşayacaksa illa kendisine bahşedilsin ister, en ayrıcalıklı yalnızlıklar.

Ve işte yaşıyoruz,
Nerede görülmüş yalnızlıktan ölen?
Nerede yalnızlıktan güne başlayamayan?

@serapisi

29 Ekim 2013 Salı

Birine mi bakmistiniz?


Yalnizlasmak.
En fazla ne kadar yalnizlasabilirdi ki bir insan?
Git gide, kalabaligin içinde yalnizlasmak mi, yoksa gerçekten eli kimseye degmeyecek kadar yalniz olmak miydi daha kötü olan?
“Kimsem yok.” dediginde anlayamadigim insanlar tanidim. Hiç- bir insanin hiç kimsesi olmayabilir miydi ki? Sokaklar insanlarla dolup tasmiyor muydu? Herkesin en azindan bi ailesi, bi kan bagi yok muydu?
Yok-mus.
Gerçekten hiç kimsesi olmayan insan olabiliyormus...Anahtari hep bir bos evin kapisini açan.
Bunu anladigim an korktum hayattan.
Yalniz olmaktan.
Yalniz kalmaktan.
Yalniz yaslanmaktan…Yalnizlasmaktan.
Tek olarak programlanmamistik çünkü biz. Konusurken, gülerken, aglarken dokunacak bir omuz arayan ellerimiz vardi bizim…
Yalniz oldugumu sevindigimde anlatacak kimseyi bulamadigimda fark ettim...Baskalarinin üzüntülerinde ise hep doluydu etrafim. Çünkü insanlar üzülünce dokunurlar omuzunuza, sevindikleri insanlar hep baskalaridir…
Kendine anlattiklariyla da yetinir elbet insan; ama o el hep bir dokunmak ister, dinleyen birileri olup olmadigini yoklarcasina…

Biraz yaklassaniza ekrana… korkmayin; sadece dokunacagim...omuzunuza.

Kareli Battaniye 
@eksenkarakter  


22 Temmuz 2013 Pazartesi

Bu Hayaller Sizden mi Düştü Acaba?







Bir asıl kalır yanımda, bir de uzakta hayal,
bir akan trafiğin içinde gitmeye çalıştığım,
bir de güzellikleri buluşturduğum şehir var
birisi mecburi seçimim,
birine içimde benden habersiz gidenler var..


Yarısı karanlık, yarısı aydınlık, ışıkla ışıksızlık arasında gidip gelen, birileri rüyadayken birilerinin gerçeklerle yüzleştiği bir dünya. Uyuyanların rüyalarında, uyumayanların da iki gerçek arası bulduğu boşluklarda yaşatmaya, ulaşmaya çabaladığı insanca  hayallerinin olduğu bir döngü.
Çünkü ister dünyanın karanlık, ister aydınlık yüzünde olsun, yapa geldiği işin yerine hayalinin peşine düşmeyi dileyen insanlar her yerde ve sayısı hep çok fazla.

Bir içsel güç mü, yoksa bir oyun mu bize oynatılan?
Ruhları yaşam düzeniyle kavgalı insanların halüsinasyonları mı yoksa hayal diye kurgulanan?
Hayal kurdukça insan,  bir yerlerde tuğlalar mı koyuluyor üst üste?
Yoksa her kaçışta hayallere, ‘gerçekler’ sessizlik ülkesinde sırasını mı bekliyor, suçlu ve istenmemekle  yaşamaya mecbur halde?
Biraz anlayabilseydik doğanın dilinden, belki payımızı alırdık gerçekler eliyle, hayal diye özlediğimiz düşten.
 
***

Çocukken geceleri uçaklara bakardım sık sık. Kanatlarında yanıp sönen ışıklara. Ulaşmam gereken her şey o kanatların ucundaydı adeta. Ve sonra hiçbir uçak yolculuğunda aklıma gelmedi kanatlardaki o ışıklara yakından bakmak..

Gördüm ki mümkün değilmiş hayal etmeyi yaşamaya karıştırmak..

Çok şey beklememek gerekliymiş ulaşılan hayallerden…
Yaşanmış hayalleri olanlarla, yaşanacak hayalleri olanların arasında kendi hayalleri için yer kapmalı insan. Ve gerçek olduğunda da… Herkes alkış tutarken başarının önünde, arka kapıdan çoktan çıkıp gitmiş olmak gerek.. Zaman, ulaşılmış hayalin elini elinin içine alır ve yavaşça salondan çıkıp gitmiş olur zaten…
Ya zamanı götürüp uzakta bir yere yeniden koymak ya da teslim edip ne aldıysa, oyundan çıkmak gerek bundan sonra..

 
Hayal ederek çizdim bu zamana çıkan yolu, bilerek
Hayal ederek kırdım kalbimi daha fazlasını isteyerek.
Ve hayal ederek duruyorsam şimdi bu geldiğim yerde
Belki de dönmeliyim kalanlar için, çocuk olabildiğim günlerde…

@serapisi

26 Mayıs 2013 Pazar

DENEMELER (ve YANILMALAR) ve TEK'leşmek üzerine…


İnsan…
Düşünebilen hayvan,
Düşündükçe yok etmesi neden ? 


“Deneyin göreceksiniz ne kadar zor olduğunu, içinizdeki samimi duyguları yazıya dökmenin” diye bir isyanla, kimsenin okumayacağını düşündüğüm bir paragrafa başlamıştım.. “Zor olan, yazma kısmından çok, duyguları yakalayıp yazılaştırmaktaydı zaten, bakınca görünmeyen, bakmayınca varlığını belli eden bir haldeler çünkü.. Karanlıkta yürürken etrafı seçmeye çalışmaya benziyor.” diye düşünürken, daha çok görebilmeyi denedim, yine...İnsanın çelişkileri..Bakınca görünmez, bakmayınca bırakmaz peşini…

’Denemeler’ kötü bir yazı türü ismi değil mi?. Okuyanlara da ‘kobaylar’ demek gibi sanki. Ben bu denemeli yazıya‘seyircisiz sahada oynamak’ için başlamıştım aslında. Okuyucusuz olacağına ikna etmiştim kelimeleri de. Okuyucusuz olacak olmak rahatlatır onları diye düşünmüştüm, ben de rahat hissedecektim, çocuğu sevinen annelerin sevinmesi gibi... Benzetmeler yaparak yazmayı seviyorum ama çoğu zaman benzettiklerimden olmadım. Mesela seyircisiz sahada hiç oynamadım, seyircilide de oynamadım. Ya da anne olmadım, çocuğu sevinince sevinen anneleri gördüm sadece. Bunlar gibi bazı şeyler var hayatta işte. Denemeden fikir beyan edilen... Deneyen sessizleşir zaten. Yazıya konu edilen fikirleri veya durumları hem yazan hem okuyan merak etmeli, ve ne bulacağını bu arayıştan. ..Ve evet,  okunma  ihtimali belirdiğinde yazının çoğu oluşmuştu. Bu nedenle kelimeler bir miktar serseri kaldı.
Başlamak güzeldir yazmaya, devam ettikçe denizde açılır gibi olmaya başlar insan. Bir süre sonra acaba artık kıyıya doğru dönsem mi diye endişelenme aşaması olur... Ulaşmayı düşündüğünüz bir kara parçası yoksa dönmek iyi olabilir, ama varsa ve gözü karartıp yüzerseniz yeni bir ülke keşfedilebilir. Bilemiyorum…

Böyle başlamıştım yine bir gün yazmaya… Değişik konular geçerken içimden, ne kadar Tek’leştiğimiz geldi aklıma…
Çoğalarak azalıyor insan, çoklaştığını sandığı bir zamanda. Çoklaşmanın bazen sadece rakamların alanına girdiğini ve her zaman iyi sonuçlar getirmeyeceğini düşünmeden. Tarihin bıraktığı mirası da çarçur ettiğinden beri, daha hızlı unutuyor önceki hayatları, sesler giderek tek telden çıkıyor, hiç’leşiyor, seçenekleri varmış gibi görünen bir kurgu içinde.. ’Seçenekleri varmış gibi görünen’, ama neyi seçeceği de bilinen…  Tek’leşiyor insan, tarihsel çeşitliliğini camdan kutularda, güvenli odalarda, spotların altında paraya tahvil ederken, artık daha farklısını üretemeyip, kopyalarken. Çeşitlilikten soyutlanırken, tekilliği içselleştiriyor. Tek Eşli, Tek Tanrılı bir hayatın erdemi ile Tek’liğin kutsandığı dünyasında, Tek tip seçimleri ile  Tek-düzeleşirken nasıl hedef haline geldiğini göremiyor insan. Kendisine dışarıdan bakmayı hep es geçtiği için belki de.

İçinde yaşadığı biyosistemdeki türlerin yok oluşunu hızlandırırken bireyselleşen, özgürleşen(!), keskinleşen insan… Tüm vitaminlerin toplandığı tek bir hap, tek bir banka kartıyla tüm işlemleri yapan, tek bir sınavla tüm üniversitelerin kapısını açan, tek bir alışveriş merkezine girip her şeyi bulan, tek yön yollarında hayatın aldığı kararların pişmanlıklarıyla yaşlanan, alternatifsiz, çeşitsiz yaşamlar. Tek tip üniforma kalktı, peki ya tek tip insan yetiştirme hedefi kalktı mı? Çeşit çeşit kıyafetlerinin içinde tek tip insan yetiştirme amacı…?
Tehlikeli bir gidiştir tek’leşmek. Bir duvara doğru hızla sürerken ‘yaşam arabasını’,   alternatifleri fark ettiği anda, az zamanı ve yaşanmayı beklettiği çok bireysel tercihi kalmasıdır bir kenarda. Bildiği kadarıyla tek bir hayat şansı olan, ‘biliçli’ bir tür için ne kadar büyük fedakarlık, Tek’leşmeye isteye isteye ayak uydurma çabası! Tek’leşmenin özgürleşmek, özgünlüğünü korumak gibi anlamları yok artık, belki de hiç olmadı. O düpedüz yok edici, indirgeyici, kolay hedef, kolay kobay haline getiren, üzücü bir kavram aslında. Evrenin duygusallığa yer vermeyen düzeninde üzülmenin karşılığı olmasa da, farkında olan insanda yarattığı hayal kırıklığından ötürü üzücü tek’leşmek, trajik hatta.
Islah edilmiş dev bir tarım arazisi gibi, bu kadar büyük bir tek’leşmiş nüfus, kimi beslemek için hazırlanıyor acaba? Ne ekilecek bu dev tarlaya?

Tek’leşmenin güvenli bir liman olan bütün’leşmek amacı da taşımasına karşın, tek ve hazin sonunun hiç’leşmek olduğunu düşünüyorum. Sadece seyirci olması beklenen davetlilerden olup, davet edilmekle gurur duyanın hiç’leşmesi misali.. Güvenli denizlerde, başı sonu belli, kontrollü.. ve yokluğun zirvesinde sona eren, değerlendirilmeyi beklemiş insan potansiyeli.. Ne bekleniyordu bizden ve görüldü kim bilir?
@serapisi

17 Şubat 2013 Pazar

Bir çöp yeri olarak; insan aklı..


Sevgililer Günü için, insanlığın avcı-toplayıcı toplumdan yerleşik düzene, tarım toplumuna geçişi, paranın Lidyalılar tarafından bulunması, Pagan geleneklerinin tek Tanrı inancını yaymak için nasıl kullanıldığı, Aziz Valentine’in kim olduğu, oradan Kapitalizm’in kısa  tarihçesi, insanlığın kendi zafiyetlerini kullanarak, yaşamlarını yarattıkları yapay maddi hiyerarşik düzende, üst sıralarda sürdürmek isterken hangi uydurma değerleri yarattığı, insanlığın teknolojik olarak ilerlerken ortalama aklının nasıl bu kadar kolay tuzaklara düşebildiği, yalnızlaşmanın sonuçlarının gelecekte tahminimizden de ağır olacağı, sevginin, aşkın genetik devamlılığı sağlamak için bize verilen ‘default’ yaradılış programlarından birisi olabileceği, evrimleşmenin bana göre bize verilen duyguları tam olarak yönetebildiğimizde gerçekleşebileceği, duygularımızı yönetebildiğimizde sürpriz hiçbir şeye yer kalmayacağı, insanların sürprizsiz bir hayatta kendilerine hangi aptal teknolojik hazlar yaratmaya çalışabileceği, neden kapitalizmin tuzaklarına kadınların daha çok düştüğü, kadınların dertlerinin tam olarak ne olduğunu bir kadın olarak anlayamadan bu yaşamı tamamlayacağımı tahmin ettiğimi, gerçek huzurun ancak medya pompalamalarından uzakta bulunabileceğini, mutluluk denen şeyin peşinde neden koştuğumuzu, doğada bizden daha enayi bir canlı olduğunu zannetmediğimi, bütün bu aptallıkların içinde göktaşı sağanağı altında günler geçirdiğimizi ve bunun ‘sevgili günü’ denen anormallikten daha az gündem oluşturduğunu, bu gezegende ne yaparsak yapalım asla gerçek bir evren algısı oluşturamadığımızı gördükçe türümden uzaklaştığımı, ama ne mutlu ki sosyal medya denen yerde benim gibi düşünen ya da en azından beni gayet iyi anlayan birkaç ‘hemfrekans’ (bu kelimeyi şimdi buldum, sevdim) tanıdığım için mutlu olduğumu yazmaya başlamıştım… Ama Kimse o yazıyı okumayacaktı. Bunu da ‘belki’ okuyacaklar..

 

Çok banal bir konu seçmişim bu hafta için…Kusura bakmayın L Aziz Valentine’ın günü umurumda bile değil…Umurumda olan tek şey evrenin satır aralarını okumaya çalışan insanların yarattıkları…

@serapisi

3 Şubat 2013 Pazar

Sizi terk eden eski ve kaba bir dost gibidir zaman…

(“Time’s so unkind, like an old friend leaves you behind…” Keane-He used to be a lovely boy)
 
"Bernie: Zaman serseridir değil mi? O serserinin seni itip kakmasına izin mi vereceksin? Scotty başını iki yana salladı: “Serseri kazandı”…”  Scotty zamana yenilmiş bir müzisyendi okuduğum kitapta…Serseri her zaman kazanıyor bu gezegende.
 
Zaman bizi başlatan, hızlandıran, yavaşlatan ve bitiren.. Bizim serseri çizgisel zamanımız.. Ya evrende? Orada da mı serseri kazanıyor? Yoksa o serseriyi ciddiye alan sadece biz miyiz?
İlk öğrendiğimde; “4. Boyut zamandır” diye bilmiş bilmiş konuşurken, ilk üç boyut kafamda netti, ama 4. Boyut, yani 'zaman’ı x, y ve z düzlemi gibi bir yere yerleştiremiyordum aslında ve hala da öyle...
 
Kendi bedenimize ve etrafımızdaki canlılara bakınca, başlangıçtan sona gidiyor gibi görünen zaman, evrensel düzen içinde sondan başa gidiyorsa?
Bir ‘bütün’ olan evrenin, patlamayla birlikte parçalanan ve genişleyen yapısında, her parça kendi hikayesinin sonuna kadar gidip, tekrar ‘bütün’e, yani başa dönüyorsa?
Ya da bir ‘son’ veya bir ‘başlangıç’ bu hikayenin hiçbir yerinde yoksa?
Döngüsel bir düzende başlangıç veya son olamayacağı gibi...Kozmolojide 3. Olasılık olarak   bahsediliyor bu döngüsel düzenden. Nedense ben de kendime en yakın bu olasılığı tutuyorum. Başa dönmek, her şeyin bitmesi fikrinin ideal bir panzehiri olduğu için olabilir..
 
Sorular,sorular, tahminler.. Belki de cevap çok basit…
 
“Time is just one damn thing after another” Anonim
 
Milyonlarca ışık yılı uzakta patlayan bir yıldızın görüntüsü bize ulaştığında, o görüntünün milyonlarca yıl boyunca uzayda yolculuk ettiğini biliriz. Bu gördüklerimiz, bizi geçtikten sonra yolculuğuna devam edecek ve başka dünyalardaki gözlerin önünden de geçecek ve bu yolculuk evrenin bir sonu varsa ancak orada bitecek..
Bu durumda bir ‘yokoluş’tan söz etmek mümkün müdür?
 
Zaman belki de insanların kafasında yarattığı psikolojik bir sınırdan başka bir şey değildir…Beynimiz belki bu kadar soyut bir kavramı algılayacak kadar gelişmediği için, çaresizce onu çerçeve içine alma eğilimindedir…
 
“Fiziksel hiçbir obje ışık hızını geçemez” Albert Einstein
 
O zaman ‘fiziksel olmayan’ bir objeyi, haberci güvercin gibi bedenimizden çıkartıp uzaya fırlatmamız gerekiyor..Bunu başarırsak zamana meydan okuyacak bir parçamız olur. Belki de düşünmeyi öğrendiğimizden beri bunu yapıyoruz farkında olmadan.
 
“Geçmiş, bugün ve geleceğin karşımda aynı anda varoluşunu görüyorum” - şair William Blake (d.28 Kasım 1757),
“Geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki ayrım sadece bir illüzyondur, inatçı bile olsa” -  Albert Einstein (d.14 Mart 1879)…
“Ve son ve başlangıç her zaman oradaydılar, başlangıçtan önce ve bitişten sonra. Hepsi her zaman şimdidir” T.S. Eliot (d. 26 Eylül 1888)
Algıdaki bu ortaklık…
 * 
Belki biz zamana, binlerce yıl insanın suya veya güneşe, onunla ne yapılacağını bilmeden baktığı gibi bakıyoruz. Önümüzden akıp gidiyor ve biz ondan yaşam enerjisi üretemiyoruz..
Zaman durdurulabilse belki, belki biriktirilse…Büyük tecrübelerin kesilmeden birikimi insanlığın gelişim hızını kat kat artırmaz mıydı? Sanatın gelebileceği nokta, Leonardo Da Vinci birikmiş zamanlar sayesinde hala yaşasaydı…
 
Bir gün iyi ile kötüyü ayırabilirse insanoğlu, zamanı biriktirmeyi ondan hemen sonra öğrenir umarım.
 
Belki de zaman sadece, içimizde duygu üreten bir rüzgardır. Duygular zamana, düşünceler ise hıza aittir…
 
@serapisi

Zamanin ruhu

Bir pelerin altinda sisli bir siluet,
Cok uzaklardan gelmis, gitmeye de niyeti yok.
Vakurla suzulup bos birakilan koridorlarinda aklin,
Birseyler fisildamis ruhunuzun kulagina sakin sakin.

Zamanin ruhu, hani o akla gelen 68 ruhu gibi,
Insan kiligina girip,
Ucarak gelmis otelerden,konmus dunyanin uzerine.
Belli, bir gorevle gonderilmis.
Elinde de tilsimli bir degnek...
Degdigi herkesi buyuleyip,inandirmis kendisine.
Sonra ona sadik dostlarinin aynalarindan
Tek tek seyretmis kendi aksini.

Kralligini kurup zihinlerde,surmus sefasini, hukmunu.
Insanlarin ustundeki buyusu kaybolmadan da
Pelerini soyle bir savurup, geldigi gibi ucup gitmis otelere
Zamanin ruhu dedikleri...

Daglarkizi...




2 Şubat 2013 Cumartesi

Sonsuzlayalım Zamanı



Annesi eve çağırınca “biraz daha” diye yalvaran çocuklar gibiyiz zaman karşısında. Biraz daha sürsün oyun. Geciktirelim gecenin gelişini. Gece yavaş yavaş geliyor oysa

 İniyor. Çukur yerlere dolmağa başladı bile. Oraları doldurup ovaya yayılmağa başlar başlamaz, her yer boza dönüşecek. Işıklar yanmayacak bir süre. Ne çukurda, ne düzde. Tepelerin aydınlığı, bir süre, yeter gibi görünecek herkese. Sonra tepeler de karanlıkta kalacak. Gece gelecek, önce çukurları dolduracak, sonra bağırsaklarımızdan gözlerimize yükselecek. 

İstemesek de eve döneceğiz.

Zamanla tüm taşlar oturur yerine. Su topraktan süzülüp arınır, üzüm şarap olur, tohum üçyüz yıl sonra bile çatlar. Zamanla anlar insan ne istemediğini. Oyunun şifrelerini çözer bir bir, kurallarını yazmaya başlar. Zamanla su akar, yatağındaki suyu bulur.

Zaman devinimdir. Dünya, güneş, gezegenler deviniyor, tamam da ya boşluğun kendisi? Kara delik, ışığı bile yalayıp yutan uzay boşluğu: 8100 ışık yılı uzakta, 5 milyar yaşındaki Cyngus X-1 ile bir yıldızın aşkı dillere destan. Birbirlerinin etrafında dönüp duruyorlar. Kara delik yıldızdan gaz çekiyor. Isınan gaz ışıl ışıl yanıyor.


http://www.nasa.gov/images/content/604631main_cygnusx1_665.jpg




 

“Time is very slow for those who wait
Very fast for those who are scared
very long for those who lament
Very short for those who celebrate
But for those who love time is eternal” 

(Henry Van Dyke)

 

Bekleyenlere yavaş,  korkanlara hızlı, yas tutanlara uzun, kutlama yapanlara kısa gelir zaman, ama sevenlere göre sonsuzdur o.

@dagkedisi